Sinema ve Hayat 

Dünyanın neresine giderseniz gidin, bir sanatçı eserinde inancını ve yaşam biçimini savunur ve bunu kendinin bir ifadesi olarak yapar. Sanat türleri de bir nevi teknolojik unsurlar gibi. Aracı olduğu fikirden tamamıyla bağımsız bir ifade biçimi. Yorumlayıcı, yansıtıcı. Toplumların zaman zaman karşısında galeyana gelip en azından yadırgayacakları kadar olay olan sanat ürünleri birebir mensup olduğu sanat türünü temsil etmiyor, yalnızca o yorumlayışın bir yansıması oluyor. Bu yansımalarda ise kimi zaman mesaj, popülerlik, ticarilik ya da etkileme kaygısına bağlı doz aşımı sanat kimliğinden uzaklaştırsa da, o sanat türü ile anılmaya devam ediyor. Çünkü bu tür sapmalar için başka bir başlık oluşturarak sınıflamak, toplum adına bir tartışma konusuna dönüşüyor.

Bu izahattan en çok payını alan sinema olmalı. Sanal aracılar arttıkça her türlü görsel yansımanın gerçeğinden bile daha önemli hale geldiği bir çağda sinema, bütün hayat yorumlarının, inançların, tasarıların ve değiştirme/dönüştürme sistemlerinin biricik tercihi. Sinemanın yüz yıldan fazla süre önce başlayan serüveni, ilk karşılaşmada meydana getirdiği hayret duygusunu gün geçtikçe hızlanan bütün gelişmelere ve dünyanın yaşadığı değişimlere rağmen asla kaybetmedi. Dünya iki büyük savaş gördü ve bu yıkımların en etkileyici çoğalımı -kurgu ya da gerçek haliyle- sinema perdesinin yansıttıklarıydı.

Çağın dili bu; görüntüler ses ve yazıdan daha etkili ve daha kalıcı sayılıyor artık. Tarihî bir şahsiyetin kameraya alınmış görüntüleri onun geçmişteki varlığını ispatlamak için tek yol. Ses kayıtları yahut fotoğraflar daha güçsüz “delil”. Onlar da yoksa anlatılanlar birer efsaneymiş gibi algılanıyor. Bu şartlanmışlığı en cüretkâr ve en inandırıcı boyutuyla tatmin eden sinema oluyor. Bir vukuatın tartışmalarına nokta koyan bir belge, onu kurguyla harmanlayarak anlatan bir filmden daha etkileyici değil. Elimizdeki görsel taşıyıcıları hangi şekle bürünürse bürünsün, ne kadar ileri giderse gitsin hiçbiri sinemanın varlığını reddedemiyor. Kullandığımız bütün görsel cihazlar bir sinema filmini izleyebileceğimiz kapasitede üretiliyor. Tuhaf olan şu ki, ev sineması alışkanlığını pekiştiren her tür -ekran ve ses aksamları- gelişme ya da, birden çok filmi yanınızda gezdirebileceğiniz, hiç yoksa internet aracılığı ile nerede olursanız izleyebileceğiniz onca şahsi cihaza sahipken bile sinema salon sayısındaki artış şaşılacak düzeyde. Tek salonlu sinemaların devri de bitti. Artık sinemalar çoklu salonlar içinde seçeneklerini artıran birer ünite artık. Yazlık sinemalar bile bir nostalji unsuru olarak yaşatılmaya devam ediyor.

Sinema hem eğlence, hem kültür taşıyıcısı, hem de sanat. Bir sinema filmi ise ya bunlardan herhangi biri ya da hepsi. İşte tam da bu yüzden tam olarak neyi taşıdığı, kimliği, karakteristiği, dili, varlık sebebi, ulaşılabilirliği, anlaşılabilirliği, akım mensubiyeti ve bütün bunların hepsini kuşatan “niyeti”nin ne olduğu hiç olmadığı kadar önemli. Çünkü sinema, hem çağı hem de her tür görselliği hem teknik hem de yorum olarak şekillendiren çok güçlü bir etkiye sahip.

Sinema hiçbir zaman gerçeğe ne kadar yakın olursa olsun tam bir gerçeklik sayılmayacak. Çünkü ondan beklediğimiz, gerçekliğe alternatif ya da onun ötesinde bir anlatım içermesi. Bu ironi etrafımızı kuşatıyor. Sinema, hayatımızın gerçeklerinden birine dönüşüyor. Çünkü ne yaparsanız yapın ondan uzaklaşamıyorsunuz. Belki de bu yüzden edebiyattan bu kadar pay alıyor ya da onu besliyor. Edebiyat sinemanın en güçlü ilham kaynağı. Edebî formda süregiden cereyanlardan hiçbir zaman uzak değil, hatta bilakis onların peşine düşüyor sıkça. Fazladan renklendirilmiş, güzelleştirilmiş, insanlık tarafından hazmedilmiş her güçlü metin, filmlerin sekanslarına yansıyan bir cevher. Hayatın en güçlü ve en doğal yansıyabildiği iki sanat kutbu, sözkonusu alışverişi ihmal etmiyor.

Hayatı, sinema ya edebiyat üzerinden tartışmaya açmak beyhude bir iş. Çünkü ilâhî referanslar ve yaradılışımız hayatı anlamlandırmak için yetip artıyor. Ancak her ikisinin de hepimize bu derece değmiş olmaları, bu türler üzerinden yaradılışa uyaklı ve niyeti halis işler yapmamızı gerektiriyor. Sinema ve edebiyat, zihinlerimizi ve kalplerimizi formatlayabilecek kadar güçlü etkiler bırakabildiğini, algıları yönettiğini ve bunun için her türlü bilimsel gelişmenin yanı sıra psikolojik ve sosyolojik verilerden sonuna kadar faydalandığını ispatladı. Nesiller bilhassa Hollywood ve “Bestseller” eksenli bu küresel etkiler karşısında kondüsyonlarını ayarlamakta zorlanıyorlar. Çöküntü, bozuluş ve içten yıkım sözkonusu. Bunun karşısında gerçekten güçlü, ikna edici ve her şeye rağmen “iyi niyetli” sinema ve edebiyat ürünleri konulmak zorunda.

İstanbul'un Edebiyat Festivali'nin gelip çattığı şu günlerde, konusu “Sinema ve Edebiyat” olunca yukarıdaki bahisler zihnimizi daha fazla yordu. Bu iki etkin gücün biraradalığının enine boyuna ele alınacağı konu başlıklarıyla zengin bir içerik sunacak olan festival, bu anlamda bir zihin pratiğine kapı aralayacak. Ve iyi niyetli bir yönetmeni, Semih Kaplanoğlu'nu Onur Konuğu olarak ağırlayacak. Güzel ve anlamlı etkiler bırakacağına inandığımız festival, TYB İstanbul ve İBB Kültür Daire Başkanlığının ortaklığında 6 gün boyunca değerli birikimleri kürsüye taşıyacak. İnşallah TYB İstanbul'da bu zenginliğe dâhil olacağız. Paylaşmak isteyen herkesle görüşmek dileğiyle…